28 Mayıs 2017 Pazar

AGORA

AGORA

Alejandro Amenábar bu sefer bize Roma İmparatorluğu’nun önemli kalelerinden biri olan İskenderiye Kütüphanesinde yaşamış olan Hypatia’nın hikayesini anlatıyor. MS. 4. yüzyılın sonları, İskenderiye Kütüphanesinde bir kadın; kendini bilime ve felsefeye adamış bir kadın ve karşısında dini silah olarak kullanan erkek egemen zihniyet… Anaerkil dönemde eşitlik, özgürlük ve üretkenliği
yaşamış insanlık, içinde olduğumuz ataerkil dönemle tanışalıberi iktidar kavgası ve şiddetten başka bir şey ortaya koyamamış; tüketen bir topluma dönüşmüş. Fakat yine de bilimin, eşitliğin ve özgürlüğün temsili kadınlar, mücadelelerini sürdürmeye devam etmiş… İşte Hypatia da bu güzel kadınlardan biri. Daha önce Tesis, Mar Adentro, Abre los ojos filmlerinin senaryolarına beraber imza atan Mateo Gil ve Amenábar bu filmde de beraber çalışarak yine başarılı bir iş kotarıyor. Her seferinde farklı bir türe imza atan bu ikili kendi sordukları soruları, yazdıkları senaryolarla bir kez de seyirciye sordurmayı başarıyor. Hypatia karakterine can veren Racheal Weisz ise başarılı oyunculuğuyla dikkat çekerken yardımcı rollerde karşımıza çıkan Max Minghella ve Oscar Isaac de etkili oyunculuklarıyla ona eşlik ediyor. Ms. 4. yüzyılın sonlarına doğru, hristiyanlık hızla yayılmaya başlamıştır. Paganlar, museviler ve hristiyanlardan oluşan Roma İmparatorluğu, bu üç inanç arasında sıkışmış, çıkan çatışmalar ve tahammülsüzlük büyük kırımları da beraberinde getirmiştir. Roma İmparatoru Orestes de artık hristiyandır… Efendi ahlâkı üzerine kurulu Roma İmparatorluğu, yerini zamanla köle ahlâkı temelli hristiyanlığa bırakmaktadır. Bir kez daha iyi ve kötü tanımı yer değiştirmekte, siyah ve beyaz zihinlerde yeniden kodlanmaktadır. Büyük bir hınç denizinde boğulan toplumun ezilenlerin sırtında yükseleceği inancı hakimdir ve bunun çıkar yolu olarak da hristiyanlık görülmektedir. İskenderiye’de zulum ve eziyet kol gezmektedir. Hypatia’ya “siz Tanrı’ya inanmıyorsunuz” dendiğinde Hypatia, “ben felsefeye inanıyorum” diye cevap verir; dinin baskısını ve şiddetini hissetmeye başlayan topluma bütün cesaretiyle karşı durur. Hypatia’nın tek sevdası bilim ve felsefedir ve bitmek bilmez enerjisini de astronomi hakkında biraz daha bilgi sahibi olmaya adar. Orta Çağ karanlığına gömülmeye hazırlanan toplum ise, bilimden başka inancı olmayan bu kadına daha fazla tahammül edemez ve onu ölümle cezalandırır. Film boyunca, toplumun nasıl erkek şiddetine gömüldüğünü ve bilimden dinin tevekkül telkiniyle nasıl uzaklaştığını izliyoruz.

MUHTEŞEM MÜNAZARACILAR

MUHTEŞEM MÜNAZARACILAR

Mr. Tolson, Teksas’da bir Afro-Amerikan Üniversitesi’nde profesördür. Filmin anlatıldığı 1935 yıllarında zencilere eğitim hakkı yeni verilmiştir. Beyazlarla aynı okullarda aynı sınıflarda eğitim görmeye henüz layık görülmeyen zenciler kendi okullarında eğitim almaktadırlar. Mr. Tolson diğer okullarla yarışmaya girmek için bir münazara grubu kurmaya başlar. Gruba seçilen genç öğrenciler: Henry Lowe, Samantha Booke, James Farmar Jr. ve Hamilton Burgess olmuştur. Bundan sonra Mr. Tolson ve grubu farklı okullarla münazaralara başlamıştır. Önce yakın çevredeki küçük zenci okullarıyla yarışılmış büyük okulların ilgisi çekilmek istenmiştir. En son da ise ulusal şampiyonluğu elinde bulunduran Harvard Üniversitesi, Mr. Tolson’ın grubunu münazaraya davet etmiştir.
Film anlatıldığı yılları seyirciye oldukça iyi bir biçimde aktarmıştır. Zencilere karşı yapılan ayrımcılığı özellikle bu durumun güney eyaletlerinde ne denli büyük ve rahatsız edici olduğuna çok iyi vurgu yapılmıştır. Yerel yöneticilerin zencilere karşı aldıkları olumsuz tavırlar, zenci ve beyaz üreticilerin yaptıkları yasal toplantıların bile sheriff tarafından sorgusuz sualsiz basılması filmde işlenmiştir. Zencilere karşı beyazların bakış açıları seyirciye yansıtılmıştır. Beyazlar zencilerin varlığını ve onların da özgür olduklarını kabul etmektedirler ancak henüz onlarla aynı ortamda bulunmanın aynı okulda ders yapmanın rahatsız edici olduklarını düşünmektedirler. Toplumun buna hazır olmadığını, ileride böyle bir hakkın verilebileceğini söyleyerek zencilere zaten ikinci sınıf insan muamelesi yapılmaktadır. Teksas’da hala zenciler yargılanmadan asılmakta ve yakılmaktadır. Beyazların zencilere karşı olan anlamsız nefretini Danzel Washington etkileyici ve kendine has bir biçimde bizlere yansıtmıştır. Böylesine hassas bir konuda çok akıcı çok ilgi uyandırıcı ve insanı sorgulamaya yönlendiren bir film olmuştur The Great Debaters. Oyuncu performansı açısından da oldukça başarılı bir yapımdır. Genç oyuncular kendi rollerine çok yakışmış ve rollerini izleyiciye başarıyla aktarabilmişlerdir. Münazaracı olarak seçilmeden önce ve sonra her bir yarışmada kendilerini nasıl geliştirdiklerini zevkle izletmeyi başarmışlardır. Samantha’nın beyazlarla yapılan ilk münazaradaki coşkulu konuşması ve Harvard’a karşı bir Harvard mezunu olan ünlü yazar Henry David Thoreau’a gönderme yapması, Henry’nin tam yerinde ve seri bir şekilde kullandığı alıntılar ve Mr. Tolson’ın yokluğunda gruba koçluk etmesi, Farmar Jr.’ın son konuşmada zencilerin içinde bulunduğu durumu etkileyici bir şekilde anlatması kesinlikle görülmeye değer performanslardır.

BEN X

BEN X

Yaklaşık beş yıl önce Belçika’da otistik bir çocuk toplumun baskısına dayanamaz ve intihar eder. Bu olaydan çok etkilenen Nic Balthazar’da bu hikayeyi beyaz perdeye taşımaya karar verir. Ben X, yönetmenin ve Ben’i canlandıran başrol oyuncusu Greg Timmermans’ın ilk sinema deneyimi olmasına karşın, ikili bu işin altından başarıyla kalkıyor. Hikayeden etkilenen yönetmen, önce hikayeyle ilgili bir kitap yazmış, daha sonra da bu kitabı tiyatro oyununa dönüştürmüş. Tiyatro oyununda da filmde kullanılan belgesel görüntülere yer veren yönetmen, zamanı geldiğini düşündüğünde de kendi eserini bilgisayar oyunundaki yapıya uygun bir biçimde sinemaya uyarlamış. Bilindik teması ve basit olay örgüsüne karşın, Ben X hem derin anlamlar taşıyan hem de sinemaya getirdiği yenilikçi anlatım formuyla da dikkat çeken bir çalışma.


Ben, Aspergas sendromuna yakalanan sıradan bir otistik genç. Sinemada daha önce pek çok örneğini gördüğümüz gibi, çoğu insanın zihninde tasavvur edemeyeceği şeyleri gerçekleştirebilen, insan beyninin pek çok fonksiyonunu normal birinden daha iyi kullanabilen, detaylara verdiği önemle şaşırtıcı sonuçlara ulaşabilen bu gençlerin en büyük problemi ise topluma uyum sağlayamamak. Her şeyi detaylar bazında değerlendiren ve bu değerlendirdikleri şeyleri parçalara bölmede oldukça başarılı olan bu gençlerin, geneli algılama seviyeleri ise tam tersi şekilde başarısızlıkla sonuçlanıyor. Bu gençler tek tek olayların parçalarını değerlendirebilirken, iş genel çerçeveye bakmaya ve geneli görmeye gelince başarısızlığa uğruyorlar. Çünkü kendilerini baskı altında hissediyorlar. Sessiz oldukları için sağır zannedilen, kimseye doğrudan bakmadıkları için kör oldukları düşünülen, kimseyle konuşmadıkları için dilsiz farz edilen bu çocuklar, aslında bütün duyu organlarını normal bir insanın kullandığından daha iyi kullanıyor. Her şeyi algılıyorlar, ama kendi içlerindeki dünyada yaşamayı tercih ediyorlar. Onların kendi içlerinde kurdukları dünyada dış dünyadaki gibi bir baskı yok. O özel dünyada topluma ayak uydurmaları istenmiyor, insanların saygı duyacağı biri olmaları gerekmiyor, her şeyi dar çerçeveden değerlendirmeleri ve yerleşik kurallara uymaları beklenmiyor. Onlar zaten kendi dünyalarında mutlular, sorun bizim onları algılayış tarzımızda başlıyor. 

14 Nisan 2017 Cuma

THE EMPEROR'S CLUB (İMPARATORLAR KULÜBÜ)

                             THE EMPEROR'S CLUB (İMPARATORLAR KULÜBÜ)

Tüm hayatını yalnızca okula ve öğrencilerine adayan bir öğretmenin hayatı anlatılıyor bu filmde. Film geleneksel ve skolastik düşüncenin yaygın olduğu bir okul ortamında geçiyor. Williem Hundert idealist bir tarih öğretmenidir. Yıllarca tarih dersini iyi aktarma açısından önemli işlere imza atmıştır. Tabi bu işleri yaparken kendi özel hayatını ikinci plana itmiştir. Eğitimin nasıl bir aşamadan geçtiğini film ve geleceği karşılaştırarak görebiliyoruz. Okulun, dersin ve konuların kutsal sayıldığı o anlayışla günümüz öğrenci merkezli anlayışı arasındaki farkı da çok iyi anlayabileceğimiz bir film. Bu film öğretmenliği hissettirir, yaşatır. Hundert kendi kurduğu eğitim ile yola devam ederken  kurallarından onu saptıracak olan bir öğrenci çıkagelir. Öğrenci zengin bir ailenin çocuğudur. İlk başta okulun alışkın olmadığı hareketlerde
ve davranışlarda bulunan bu öğrenci daha sonra öğretmenin ona güvendiğini söylemesi ile bu alışkanlıkları bırakır ve iyi bir öğrenci olmaya karar verir. Öğretmenin verdiği kitapları okumaya başlar ve sınıftaki başarılı öğrencilerin seviyesine gelmeye çalışır. Öğretmenin her yıl yaptığı bir yarışma için sınav yapılır. Sınavdan başarılı olan üç öğrenci bu yarışmaya katılmaya hak kazanacaktır. Bu öğrenci de yarışmaya katılmak için var gücüyle çalışır. Sınavları okurken başka bir öğrencinin notunu kırıp bu öğrenciyi üçüncü sıraya alır. Öğretmen bu hatayı yıllar sonra itiraf eder ancak iş işten geçmiştir. Burada yapılan sistematik bir hatanın nelere yol açacağını kimlerin geleceklerinde olumsuz sonuçlar doğuracağını görüyoruz. ABD eğitim sisteminin böylesine katı, otoriter ve kuralcı bir eğitim anlayışından günümüz eğitim anlayışına nasıl geçtiğini çok iyi gözlemleyebiliriz. Ben bu farkı iyi anladığımı düşünüyorum. Böyle sancılar çekilerek günümüz eğitim anlayışı kazanılmıştır. Genel olarak film içerisinde çok fazla anlamlı mesajlar barındırmasıyla beni oldukça etkiledi. Eğitim filmleri içerisinde başucu olacak bir yapıt.

TEMPLE GRANDİN

                                                         TEMPLE GRANDİN

Eğitim filmleri içerisinde belki de en anlamlı filmlerden biri. Gerçek bir başarı öyküsünü sinemaya taşıyan iyi bir yapıt. Temple otistik olarak dünyaya gelir. Annesi tarafından fark edilince doktora götürülür ancak doktor onun otistik olduğunu artık konuşamayacağını hatta onun bir akıl hastanesine yatırılması gerektiğini söyler. Ancak annesi bunu kabul etmez ve kızını kendi çabalarıyla eğitmeye çalışır. Film konusu itibarıyla günümüz otizm hastası insanların yaşamına ışık tutması açısından çok önemli. Annenin gösterdiği iradeyi her insan gösterebilirse bu dünyada otistik bireyler daha başarılı işler yapabilir daha iyi yerlere gelebilirler. Ancak günümüz ekonomik sıkıntılar her aileye bu fırsatı maalesef vermiyor.
Temple burada birçok otistik bireye model olacaktır. Bu filmi izlerken bunu zaten gördüm. Ve bu filmi izleyen herkes zaten bunu görecektir. Temple ancak 4 yaşında konuşmaya başlar. Gittiği okullarda başarısız olur. Çünkü onun anlama yöntemi farklıdır. Temple görsel olarak öğrenmeyi gerçekleştirebilen biridir. Günümüzde birçok otistik birey bu yüzden eğitim hayatlarını yarıda bırakmak zorunda kalıyorlar. Bu bireylerin nasıl öğreneceği onlara en uygun öğrenme yönteminin ne olacağı belirlenmelidir. Ancak bu şekilde bu bireylerin başarılı olmaları sağlanabilir. Temple kendisine uygun bir plan ile eğitim alarak başarılı olmuş ve dünyaca tanınmıştır. Filmin bende bıraktığı en önemli şey empati becerisinin önemini kavratması. Tüm dünyanın Otistik bireylerden oluştuğunu ve sadece sizin normal bir birey olduğunuzu düşünsenize böyle bir şeyi ben istemem. İşte bu noktada empati yapmamız gerekiyor. Onları anlamak onlara yardımcı olmak bizim için bir görev niteliği taşımalı. İşte o zaman dünya daha yaşanır bir hal alacaktır. Çevresinde otistik birey olan kişilerin kesinlikle izlemesi gereken bir film bence. Bu filmden dersler çıkartarak onlara nasıl davranılacağı hakkında çok şey öğreneceklerdir. Onların dediği gibi "Farklıyım ama eksik değilim, kendi kendime yeterliyim."

SOMETHİNG THE LORD MADE (TANRIYI OYNAYANLAR)

                    SOMETHİNG THE LORD MADE (TANRIYI OYNAYANLAR)

Gerçek yaşamdan sinemaya uyarlanmış güzel bir eğitici film. Daha çok tıp dünyası içinde olan ilgi alanları bu yönde olan insanların kesinlikle izlemesi gereken bir film olduğunu düşünüyorum. Film yaşanmış bir hikayeyi anlatıyor. Başarılı bir doktor olan Dr. Alfred Blalock kendisine yardımcı olması için bir asistan alır. Ancak bu asistan tıp
alanı ile ilgili olan ve eğitimini bu yönde almak isteyen biridir. Asistan kendisinden beklenmeyecek şekilde yeni fikirler üreterek doktorun ilgisini çeker. Doktor da bunlara kayıtsız kalmaz ona tıp alanında yardımcı olur. Film yaşanmış bir hikaye üzerinden yapıldığı için benim oldukça ilgimi çekti. Daha sonra doktor daha önce tedavisi bulunmamış bir hastalık için uğraşır ve sonunda asistanın yardımıyla bu hastalığa çare bulur ve ameliyata girer. Ameliyat başarılı olur. Doktor tüm dünya tarafından konuşulmaya başlar. Ancak asistandan hiç söz edilmez. Çünkü asistan diplomasız bir kahramandır. İnsanların belli bir yere gelmesi için diplomanın gerekliliği anlaşılmaktadır aslında. Günümüzde elinde diploması olmadığı halde müthiş başarılara imza atmış çok sayıda insan vardır. Önemli olan bu tür insanlara yaratıcı fikirlere sahip çıkmak onları desteklemektir. Ben filmin hayatımız açısından çok önemli anlamlı mesajlar verdiğini düşünüyorum. Asistan hayal ettiği okulda istediğini başarır. Hayatımızın her evresinde yeni şeyler öğrenmek ister insan bu filmde de görüldüğü gibi insanların her başarısı sadece bir diploma ile sınırlı değildir. Filmi kaç defa izledim ve zaman buldukça izlemeye devam edeceğim.





LEAN ON ME (BANA GÜVEN)

                                                 LEAN ON ME (BANA GÜVEN)


Öncelikle film ABD yapımı bir film. ABD'nin New Jersey eyaletinde bulunan bir lisenin başarısızlıktan başarıya nasıl geçtiğini nasıl çağ atladığını anlatan güzel bir eğitim filmi. Lisede öğretmenlik yaptığı sırada zorla tayin edilen Joe Clark adında bir öğretmen lise yönetimi tarafından tekrar tayin edildiği liseye geri çağrılır. Ancak bu sefer müdür olarak istenir. Clark bu teklifi kabul eder ve 20 yıl önce tayin edildiği okula tekrar müdür olarak gelir. Ancak okul bıraktığı gibi değildir. Okul resmen bir suç kurumu haline gelmiştir. Ancak Clark bu durumu düzeltmekte kararlıdır. Katı ve bencil tutumu ile okulu düzene sokmaya çalışır. Film bir eğitim ortamında nelerin olabileceğini gözler önüne seren çok etkileyici bir yapıt. Yönetici ve yönetici kadrosunun bir okul için ne kadar önemli olduğunu bu kadroların vasıfsız ve bilgisiz olmalarının oluşturacağı kötü görünümü de çok iyi ele almış.
 Filmin konusu itibarıyla ele aldığı değerler itibarıyla yönetim işleriyle ve eğitim alanıyla ilgisi olan herkes tarafından izlenip dersler çıkarılması gereken bir yapıt. Clark sert tutumuna rağmen okulda düzeni sağlar. Günümüzde de katı yönetime sahip liseler görünüşte düzenli ancak olayın içine girdikçe o düzenin yok olduğunu görürüz. Film ABD eğitim sisteminin geçirdiği müthiş değişimi de gözler önüne serer. Eski baskın skolastik düşünce yapısına benzer işleyişlerin olduğu eğitim anlayışında günümüz çağdaş eğitime nasıl geçildiği çok iyi analiz ediliyor. Okulların siyasete alet edilmesinin olumsuz sonuçları da bu filmde güzel bir örnekle açıklanmış bir nevi eleştirilmiştir. Bu filmin konusu zaten yaşanmış bir olaydan alınarak oluşturulmuş. Geçmiş ile günümüzü karşılaştırma fırsatı veren nadir filmlerden olduğunu düşünüyorum. Eğitim alanında bunu konu edinen gerçek yaşanmış olayları perdeye aktaran nadir filmlerden olduğunu da düşünüyorum. ABD bu eğitim anlayışından günümüz eğitim anlayışına geçmiş bunlardan dersler çıkartarak geçmeyi başarmıştır. Bizim de bunlardan dersler çıkartarak çağdaş eğitimi destekleyen kuruluşlar haline gelmemiz gerekiyor.

AGORA

AGORA Alejandro Amenábar bu sefer bize Roma İmparatorluğu’nun önemli kalelerinden biri olan İskenderiye Kütüphanesinde yaşamış olan Hyp...